SINIR-DENEYİM OLARAK DOĞUM
Authors : Seval Ünlü
Pages : 228-247
Doi:10.14514/beykozad.1323100
View : 36 | Download : 48
Publication Date : 2023-12-26
Article Type : Research
Abstract :Ölüm bir defaya mahsus ve üzerine kişisel tecrübe olarak konuşulamayan özgün bir yaşantı olarak yaşamın ve varlığın anlamıyla meşgul olan birçok düşünürün ilgisini çekmiştir. Michel Foucault’nun özneyi kendisinden koparan, gayri -öznelleştirici bir girişim olarak tanımladığı sınır-deneyim, ölüm için oldukça elverişli bir kavramdır. Bir sınır deneyim olarak ölüm, birçok düşünür için bir tür göksel özellik taşır. Montesquieu’den, Martin Heidegger’e bazı düşünürler, sırrına erilemez olması ve kaçınılmazlığıyla ona bu dünyadaki yaşama anlamını veren bir tür kutsallık mertebesi atfetmişlerdir. Ölüm, deneyimin sahibi açısından hafızaya işlemeyen, üzerine konuşulamayan ve dolayısıyla kamusal olmayan karakteri nedeniyle kendisi anlamlandırılamadıkça, geri kalan her şeyin, tüm yaşamın ve varlığın anlamının kaynağı olarak öne sürülegelmiştir. En az ölüm kadar belirleyici olan doğum deneyimi ise uçlara ve sınırlara ilgi duyan filozofların ilgisine mazhar olmamıştır. Bu ilgisizliğin ardında hem doğumun kendine özgü özellikleri hem de düşünme geleneğindeki birtakım eğilimlerin payı vardır. Kendine özgü doğası, doğumun ne ölüm kadar göksel bir olgu ne de bir sınır-deneyim olarak kavranmasını mümkün kılar. Sonuçta doğum, ölüm gibi nihai bir son olmayıp hem bir son hem de bir başlangıçtır. Ayrıca doğan ve doğuran açısından iki kişiye özgü bir deneyimdir; başkalarının varlığına bağımlıdır. Üstelik doğum bir kadın deneyimidir; dişiliğe özgüdür. Doğumun düşünce dünyasında uğradığı değersizleşmede ataerkil örüntüler kadar kuram ile deneyim, zihin ile beden arasındaki hiyerarşinin de bir payı vardır. Ne de olsa doğum, Latin dillerindeki karşılığında olduğu gibi (labor, travail) bedenin emeğini ve buna bağlı acıyı ifade eder. Tefekkür ve entelektüel faaliyetin üst değerler olarak kabul gördüğü ve zihin emeğiyle kol emeğinin bu hiyerarşiye uygun şekilde ayrıştığı kültürümüzde bedensel acının en doğal ve kaçınılmaz sahnesi olan doğum, çoğunlukla üzerine düşünülesi, felsefi ve politik olarak anlamlandırılası bir deneyim olarak görülmemiştir. Foucault’dan ödünç aldığımız şekliyle doğum pek çok açıdan sınır-deneyimi çağrıştırır. Ancak ölümden farklı olarak onun başkalarının varlığıyla ilişkisi çok daha doğal ve apaçıktır. Doğuran ve doğanın ortak eylemi olarak doğum, her ikisi için de geridöndürülemez ve kişinin artık eskisi gibi olamayacağı bireysel bir deneyimdir. Aynı zamanda doğum, yaşandığı andan itibaren hikayeleştirilebilen, dolayısıyla hafızada kendine yer edinen ve kamusallaşan bir olgudur. Doğum bir yandan benlikte yarattığı döünştürücü etkiyle sınır-deneyimi çağrıştırırken diğer yandan başkalarının varlığına bağımlı yapısıyla sınır-deneyimin çağrıştırdığı hafıza dışılığı tahrif etmekte, onu kamusal bir karakterle donatmaktadır. Bu yönüyle doğumu, sadece son olmayıp başlangıç da olma özelliğiyle, sınır-deneyimin sınırlarını zorlayan bir geçiş deneyimi olarak kavramak mümkündür. Bu çalışmada doğum, Hannah Arendt’in doğumluluğa (natality) atfettiği politik anlam ışığında insani dünyayı bu dünyadan gelen değerlerle anlamlandırmamızı mümkün kılan ve bizi birbirimize bağlayan en dolayımsız kökenimiz olarak ele alınacaktır.Keywords : doğum, doğumluluk, sınır-deneyim, hafıza, çıplak hayat